İttihat Terakki’nin Şiddet Pratiği ve Cesur Eylemcilik

Hükümetin bütün kuvvetlerine karşı alenen ve müsellahan (silahlı) ilan-ı isyan ediyorum.
Enver Paşa

Bizi besleyip büyüten mukaddes vatanımızın uğradığı felakete karşı millet, kılıcı belime kuşatmıştır. İttihat Terakki düşmanlarının cezası ölümdür.
Resneli Niyazi

Vatanseverliğin en aşırısına komitacılık denir. Komitacı, vatan davası karşısında her şeyini, hatta canını dahi feda eden, gözünü budaktan sakınmayan, tepeden tırnağa feragat kesilmiş insandır. Memleketinin ve milletinin menfaati gerektirdiği zaman merhamet bilmez, yakmak lazımsa yakar, yıkmak gerekirse yıkar, kırar ve döker.
Fuat Balkan

Hakkı ezen ve yalnız kuvvet ve menfaat önünde secde eden müstebitlere karşı zaruret duyuldukça, ihtilal silahına sarılacak ve kırılmaz bir azim ile yumruğunu sallayacak, hür ölecek fakat esir ve zelil yaşamayacaktır.
Karakol Cemiyeti Nizamnamesinden

 

İttihat Terakki Cemiyeti, bir ihtilal örgütü olması sebebiyle, faaliyet gösterdiği hemen hemen her devirde, silahlı gücünü muhafaza etmeyi başarmış ve bu paramiliter içgüdüsünü, uygulayacağı siyasetin başat faktörü haline getirmiştir. Aslına bakılırsa, ihtilallerin şiddetsiz başarılı olamayacağı devirlerde, Cemiyet’in politik şiddete meyletmesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Ortada baskı rejiminin olması ve bir padişahın, bütün vahametiyle milletin bahtını dar bir ölçeğe mahkûm etmesi, doğal olarak şiddet yoluyla politikanın yeşermesini mümkün kılmıştır. Kazım Karabekir’in, “İttihat Terakki’yi zaruri sebepler doğurmuştur,” dediği o zaruri sebepler, Abdülhamit’in bizzat kendisidir. Lakin burada parantez açmamız gereken başka bir husus ise Sultan Abdülhamit’in karakteriyle alakalıdır. Unutulmaması gereken problem, İttihatçıları salt Abdülhamit düşmanlığı çerçevesinde incelemek ve onları Sultan’ın istibdadına karşı olan bir grup olarak nitelemektir. Bu yaklaşım, tek başına hatalı ve ayıptır. Abdülhamit’in şahsı, İttihat Terakki Cemiyeti için hiçbir şeydir. İttihatçılar için önemli olan, vatanın refahı ve cemiyetlerinin varlığıdır. Öyleyse, Abdülhamit’ten resmen nefret eden Cemiyet-i Mukaddes üyelerinin en büyük derdi, özgürlüğü kısıtlanmış olan milletin prangalarını kırmak ve zincirleri, istibdat döneminin ekmeğini yiyen ve erk kanadının gücünü kendi çıkarları için kullanan en aşağılık şahsiyetlerinin yüzüne çarpmaktır! Bu sebeple İttihatçılar, bazı kesimlerin iddia ettikleri gibi, tek dertleri Abdülhamit olan isyancı subaylar değillerdir ve yüksek oranda yine Abdülhamit’in sebep olduğu oligarşiyi ortadan kaldırmak isteyen vatanseverlerdir.

Bu giriş ışığında değerlendirmemiz gereken en önemli konu, dönemin şartlarıdır. Avrupa’da cereyan eden kanlı iç savaşların, işçi ayaklanmalarının, Fransız İhtilali’nin, Osmanlı Devleti’ne yansıması pek tabii olacaktı. Bununla beraber Rus Nihilistlerinin faaliyetleri ve mezkûr dönemde meydana gelen etnik hareketler, İttihat Terakki Cemiyeti’ni dönemin şartlarına ister istemez evirmiştir. Filhakika, Ahmed Rıza ile başlayan entelektüel cemiyet hayatı, Abdülhamit’in ilk dönemlerine tekabül ettiği için şiddetsiz bir rotada ilerlemesi tabii bir durumdur. Söz konusu isim, bu sebeple kendi mesleği olan ziraatçılık ekseninde politikalar geliştirmiş ve Anadolu’yu karış karış gezerek, bir ülkenin temel taşı olan çiftçiliği düzeltmek için canhıraş şekilde çalışmıştır. Lakin Abdülhamit’in bitmek bilmeyen politik baskısı sebebiyle, Anadolu’nun gelişimi askıya alınmış ve bu yüzden başta Ahmed Rıza olmak üzere Türk aydınları Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmışlardır.

Bu meseleyi biraz daha irdelemek elzem olacaktır. Vakıa Jön Türklerin ülkeyi terk etmesi, politik şiddetin başlamasının ilk adımını oluşturmaktaydı. Mithat Paşa’nın daha önce boğdurulması ve memleket için faydalı olan fikirlerin, Abdülhamit tarafından reddedilmesi, hatta bir süre sonra önemsenmemesi, Jön Türkleri farklı yollara iten temel sebeplerden biriydi. Bununla birlikte, Avrupa’da bulunan muhaliflerin, sıkı takiplere alınması, Şeref Kurbanları hadisesi ve Mason örgütleri gibi yapılanmaların tacizleri, ilerleyen safhalarda İttihatçı yapılanmayı bütünüyle değiştirmiştir.

Cemiyet’in politik şiddeti tercih etmesindeki diğer sebep ise Abdülhamit’in ve istibdat devrinin, aydın ve seçkinci bir hareketle devrilemeyecek olmasıdır. Öyle ki ihtilalcilik anlayışı, İttihat Terakki Cemiyeti içerisinde bu görüş taban alınarak temellendirilmiş ve daha 1897 senesinde Kahire hücresi, bir suikast ile padişahı ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Yine de şahsım adına bunu, satranç tahtasında, erken yapılmış bir hamle olarak addetmekle beraber, girişimin ardından Cemiyet, büyük bir tahkikat geçirerek dağıtılmıştır. Aslına bakılırsa bu durum, İttihat Terakki’nin, entelektüel seçkinci sınıfı, geri plana bırakmaya karar verdiği ve rotasını tamamen politik şiddet odaklı bir eksene çevirdiği olaydır. 1902 senesindeki Jön Türk Kongresi ile beraber de siyasi şiddet, resmen örgüt tarafından kabul edilmiştir.

Bahsetmemiz gereken üçüncü ve en önemli husus ise Meşrutiyet’e giden süreçte yaşananların yansımasıdır. Öncelikle İttihat Terakki’nin kurucu fikirlerinden biri olan nihilizm üzerinde durmamız gerekecektir. İttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin, kurulduktan sonraki ilk üyesi olan Hüseyinzade Ali Turan, Petersburg’da eğitim gördüğü günlerde, Rus devrimciler ile münasebetlerde bulunmuş ve bu suretle politik nihilizm kavramını benimseyerek bunu İttihat Terakki Cemiyeti’ne nakşetmiştir. Rus nihilistlerinin, temel aldıkları politik şiddetin, Cemiyet’e bulaşması kaçınılmaz olmuş ve pozitivist düşünce bu yolla rafa kaldırılmıştır. Bununla beraber, İttihat Terakki’nin üçüncü evresi olarak tanımlayabileceğimiz Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurulması, İttihat Terakki’yi tamamen politik şiddet odaklı bir örgüt haline getirmiştir.

Öncelikle her İttihatçının kabul etmesi gereken ana husus, bu örgütün bir ihtilal örgütü olduğudur. Bununla beraber politik şiddet, Cemiyet’in vazgeçilmez silahıdır ve bu silahı kullanmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. Burada dikkat etmemiz gereken meselelerin varlığını da tartışmaya açmak gerekecektir. İttihat Terakki Cemiyeti’nin, Meşrutiyet’i ilan etmek için dağa gönderdiği subaylar arasında, en yüksek rütbeli askeri binbaşı olmasına rağmen, hiç acımadan; albayları, ferikleri, yaverleri ve paşaları nasıl ortadan kaldırabildi?

Bu soruya cevap vermeden önce, Cemiyet’in neden politik şiddete yöneldiği hususunun son maddesini izbar etmemiz gerekir. 1907 senesinde Terakki ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin birleştiğini ve Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni meydana getirdiğini bir önceki yazımda ayrıntısıyla kaleme almıştım. İşte şiddet politikasının, Cemiyet’in kılcallarına tamamen nüfuz etmesi de bu olaydan sonra gerçekleşti.

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, daha çok asker kökenlilerin söz sahibi olduğu keskin bir örgüttü. Üçüncü Ordu içerisinde ve müfettişliklerde faaliyet gösteren gizli İttihatçılar da bu örgüte üyelerdi ve çoğunlukla Rumeli’de faaliyet göstermekteydiler. Bu sebeple her biri, bir yandan Bulgar ve Rum çetelerle harp ederlerken, bir yandan da Abdülhamit’in casuslarıyla mücadele içerisindeydiler. Bununla beraber, Sultan’ın hiçbir gerçeklik taşımayan yalancı propagandaları, örgütün varlığını da tehlikeye atmaktaydı. Psikolojik olarak kavganın göbeğinde yer alan ve her türlü baskıya maruz bırakılan, devletin acizlik içerisinde olduğunu hisseden İttihatçılar, ister istemez şiddet sarmalına doğru itiliyorlar, üstelik Abdülhamid’in seçkinci ve alaylı yöneticilerinin varlığı, İttihatçıları: “Güce karşı güç,” prensibine yönlendiriyordu.

Hal böyleyken, İttihat Terakki’nin siyasi şiddeti kullanmaması gibi bir durum kesinlikle söz konusu olamazdı ve sonunda Cemiyet, kendi varlığını korumak, üyelerinin hayatlarını muhafaza etmek ve Meşrutiyet’i ilan etmek için silaha sarıldı.

Bu hareket, mezkûr dönemin bütün örgütlerinde görülen doğal bir hareketti. Bunun sonucunda da ilk olarak Abdülhamit’in hafiyeleri teker teker avlandılar. Polis müfettişi Nazım Bey, kendi evinde kurşunlandı. Resneli Niyazi, iki yüz adamıyla askeri garnizonu basarak silahlara el koydu ve dağa çıktı. Manastır’da Alay Müftüsü Mustafa Şevket kurşunlandı. Abdülhamit’in, isyanı bastırması için doğrudan görevlendirdiği mağrur Ferik Şemsi Paşa, Manastır Postanesi’nin önünde öldürüldü. İttihat Terakki aleyhinde dini propaganda yapan imamlar ortadan kaldırıldılar. Kırçova’da polis müfettişi Sami Bey pusuya düşürülüp öldürüldü. Osman Hidayet Paşa Manastır’da askeri kışlanın içerisinde vuruldu. Yarbay Naim’in arabası, Manastır’ın ortasında kurşunlandı. Abdülhamit’in yaveri Sadık Paşa, padişahın iradesini okurken vurularak öldürüldü. Üçüncü Ordu’yu denetlemesi için gönderilen Mahir Paşa’nın heyetine silahlı saldırı düzenlendi ve iki kişi öldü. Aynı heyetten olan Hakkı Bey de konakladığı otelde öldürüldü. Debre Mutasarrıfı Hüsnü Bey de aynı akıbeti paylaştı.

Görüldüğü üzere İttihat Terakki Cemiyeti, Albay Nazım Paşa ile başlattığı siyasi şiddeti, Meşrutiyet’in ilan edildiği güne kadar aralıksız sürdürerek ondan fazla kişiyi öldürmüş ve yaralamıştır. Tabii ki söz konusu tarihten sonra da şiddet eylemleri yavaşlamamış ve 1926 senesine kadar örgüt, diplomasinin yanında silahlı gücünü de açık bir şekilde oyuna sokmuştur.

Burada dikkat etmemiz gereken bir husus vardır. Birincisi, amaca giden yolda İttihat Terakki Cemiyeti, hedef ayırmamaktadır. Bir gün, şehrin polis müfettişini öldürebiliyorlarken, diğer gün bir korgenerali, üstelik besa sahibi, aşiret gücü bulunan nüfuslu bir paşayı, sıradan bir teğmen kurşunlayabiliyordu. Aynı şekilde, alay müftüsü ve cami imamları gibi, dini motifler, acımasızca hedef olabiliyorlarken, diğer gün bir mıntıka kumandanı, kendi bölgesinde kışla içerisinde hem de padişahın iradesini okurken saldırıya maruz kalabiliyordu. Padişahı temsil eden heyetin üyeleri, eş zamanlı olarak öldürülürken, padişahın yaveri de kim olduğuna bakılmaksızın etkisizleştirilebiliyordu. Anlaşılacağı üzere İttihatçılar için karşılarındaki hedefin statüsü, mesleği, yaşı, arkasındaki gücü, ağa babası, paşa dedesi, pek önemli değildi. Tek önemli olan Cemiyet’in varlığını muhafaza etmek ve herhangi bir tehdidi en kısa sürede bertaraf etmekti.

Peki, İttihat Terakki Cemiyeti’ni bu denli korkusuzca hamleler yapmaya iten temel inanç neydi?

Burada tekrar gizli örgütlerin dinamikleri üzerinde durmamız icap etmektedir. Bu tür örgütlere giren insanlar, en başından hedef olmayı ve hedefe koymayı kabul etmişlerdir. İttihat Terakki’nin de geçirdiği evrim göz önüne alınırsa, üyelerinin hâlihazırda bir şiddetin içinde oldukları aşikârdır. Hem dağlarda hem de şehirlerde vukuu bulan silahlı mücadele, en entelektüel İttihatçının bile mizacını ister istemez sertleştirmiş ve sonunda silahsız bir halk devriminin olmayacağını anlayanlar, en iyi bildikleri işi yapmaya koyulmuşlardır: Cesur Eylemcilik!

Cesur Eylemcilik, üzerinde uzun zamandan beri düşündüğüm ve tasarladığım, günümüzde eksikliğini hissettiğim bir doktrindir. Bu öğretinin inceliklerini her gün düşünürken, sonunda yine İttihat Terakki ile kesiştiğimi fark ettim. Türkiye’deki bütün her şeyin İttihatçıların paltosundan çıktığını peşinen kabul edersek, Cesur Eylemcilik öğretisinin de Cemiyet ile bütünleşmesi kaçınılmaz bir durumdur. O sebeple öncelikle İttihat Terakki’nin eylemciliği üzerinde kafa yormamız lazımdır.

İttihat Terakki Cemiyeti, Hüseyin Cahit Yalçın’ın dediği gibi birbirine sıkı bağlarla bağlı üyelerin cemiyet ruhunu yansıtıyordu. Burada kati suretle değinmemiz gereken konu, Cemiyet’in ruhani, karizmatik ve mistik yönüdür. İnanmış insanların başaramayacakları hiçbir şey yoktur ve Cemiyet, gücünü başkalarından değil, kendisinden alıyordu. Üyelerine vadettiği yegâne şeyler; kan, gözyaşı ve zaferdi. Bu tarz örgütlerin temel motivasyonu, içlerindeki mistik ve sembolist ögeleri üyelerine benimsetmeleridir. Yapı, her ne kadar pragmatist ve pozitivist politikalar üretse bile, temelinde hiç bırakmadığı inancı taşıyordu. Aslında bu, insandan insana değişen bir olgudur. Hayat, Albert Camus’nün dediği gibi yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir lakin bu hayatta yaşama zahmeti, sadece inandıklarımız için mücadele ettikçe çekilebilir. Hayat, herkesin anladığı gibi yaşamak ve sonunda ölmekle son bulan bir meşgale değil, bir mücadele sahasıdır. Bu sebeple, inandıklarına koyu bir şekilde bağlı olmayan insandan dava adamı olmayacağı gibi İttihatçı da olmaz. Bütün örgütler için temel motivasyon, inandıkları için mücadele etme isteğidir.

Bu bağlam içinde değerlendirdiğimiz zaman Cesur Eylemcilik öğretisinin de ne olduğunu anlayabiliriz. Öncelikle belirtmemiz gereken en önemli ilke şudur ki: Cesur Eylemcilik ile desteklenmeyen bütün entelektüel fikirler çöptür ve kaybolmaya mahkûmdur. Kendisini, seçkinci bir sınıf olarak tanımlayan ve kültürel birikimi ile kitleler üzerinden kopuk bir aydın mücadelesi benimseyenlerin alacakları en büyük cevap yalnızca rakiplerinden gelecek sert bir yumruktur. Yakın geçmişimizden bugüne uzanan sürecin bize gösterdiği en büyük şey, Türk aydınlanmasının, politik şiddet olmadan gelişmediğidir. Buradaki politik şiddet ve Cesur Eylemcilik, sokaklarda döğüşmekten ibaret olmamakla beraber, sokakta olmak ve şartlar neyi gerektiriyorsa onu yapmaktır. Türkiye’nin ve Türk Milliyetçiliğinin ve dahi İttihatçılığın dinamiklerini reddetmek, şartlarını görmezden gelmek akıl tutulması olduğu kadar, hatalı ve kör bir stratejidir. Tek başına kültürel ve entelektüel-aydın bir girişim yok olmaktan başka bir sonuca ulaşmayacağı gibi aydın kalemlerle desteklenmeyen hareketler de aynı kaderi paylaşacaktır.

Cesur Eylemcilik doktrinini başka bir yazıda daha geniş hatlarla inceleyeceğim. Şimdilik sizi en İttihatçı duygularımla selamlıyorum.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz