Türk Milliyetçiliğinde Temsiliyet Sorunu: “Öncü İdeoloji” Çıkmazı

Siyasal hareketleri örseleyen en büyük problem, baskın unsurların, dönüşümden ziyade birleşme stratejisiyle hareket etme refleksleri göstermeleridir. Bu arkaik bilince haiz davranışın başat sebebi ise milliyetçiliğin, Atatürkçülüğün, laik cumhuriyetin ve hepsini kapsadığı iddia edilen “vatanperverliğin” bir çatı olarak ön kabulünde gizlidir.

Vatandaşlar, kutuplara ayrılmaya meyyal oldukları kadar, çatı fikirlerin kapsayıcılığına sığınmayı da tercih etmekle meşhurdurlar. Bugün Türkiye’de solun monolitik olmayan tavırlarının ve fraksiyon bölünmelerine sebep olan farklı ekollerinin, ortak değerler için benimsedikleri mücadele prensipleri, Türkiye’de milliyetçiliğin veyahut diğer ideolojilerle mümtezic hale gelmiş düşüncelerin, “yıkılmasına” çalışılan kurucu değerleri savunma mekaniğini “onarmak” düşüncesinde görüldüğü gibi doğrudan farklı şekillere tebdil etmemiştir. İktidarın, kendinden olmayan %50’lik bir kısma “baskı” yoluyla ideolojik biçimlenim “dayattığı” düşüncesi, son merhalede “Çözüm Süreci” isimli müstekreh politikanın tekrar siyasi ajandaya dâhil edilmesi, muhalif kanadın bütün unsurlarının birleşmesi gerektiği düşüncesini yeniden tuğyan ettirmiştir. Kimilerine göre “ölüm-kalım” savaşına tebeddül eden toplu durum, Türk kimliğinin silinmesi ile sonuçlanacaktır. Bu yaklaşım, Türk milliyetçilerinin milli güvenlik temalı antagonist düşüncelerinin proaktif olarak tetiklenmesinin sonucudur. İkinci olarak doktriner milliyetçiliğin dışında kalan ve daha çok seküler bir Kemalist çizgiye sahip olan, “ulusalcı” kanat ise “yaşam tipolojisi” üzerinden meseleleri değerlendirmekte, mevcut politikaların laik-üniter yapıyı zedelemek suretiyle konfor alanlarını bozacağı düşüncesi ile muhalif kimliklerini süslemektelerdir. Elbette bu durum, Amerikan tipi demokrasilerde görülen “Cumhuriyetçi-Demokrat” ayrımlı çift kutuplu siyasi toplu duruma evirilen cendere siyasetini doğurmaktadır. Özellikle Türkiye’de iki büyük partinin, oyların %70’ine sahip olması, siyasi partileri ve kurtuluş reçetelerine isnat eden ideolojik fırkaları, onların gölgesi altına itmektedir.

Konuyu biraz daha açacağız.

Türkiye’de tarihsel süreç içerisinde birçok “fraksiyon” ideolojik kutupların içerisinden dallanıp budaklanarak var olmuştur. Genel olarak kişisel anlaşmazlıkların, amiral ideolojinin yetersizliklerinin, sentez fikirlerin cazibesinin ve grup tipolojilerinin farklılıklarının sonucunda o ideolojinin parçalanarak yeni fikirler ışığında aynı kökten beslenen fakat teorik ve pratik noktada farklı yaklaşımlara gebe yönelimleri yaratması da kaçınılmazdır. Özellikle milliyetçilik gibi her grup, şahıs, parti veyahut yapı tarafından kullanılmaya açık elastik görüşün de özünde farklı saiklerle hareket eden simalar nezdinde, dünyaya bakış açısını etkileyen nüvelerin ışığında “sapmalara” sebep olarak ayrışmalar doğurduğu aşikârdır. Her ne kadar birbirinden ayrık duran gruplar, “milliyetçilik” çatısında “vatanın selameti” için tek cephe faaliyetlerinde bulunduklarını iddia ediyor olsalar bile pratikte yaşanan tefrik, uzun soluklu mücadeleler için yeterli yakıtın sağlanamadığı sonucunu karşımıza çıkartmaktadır. Bu noktada derkâr kılınan tek mesele milliyetçilerin bölünmüşlüğü de değil, milliyetçiliğe sığınanların da milliyetçilikte bölündüğüdür.

Türk milliyetçiliği, mevcut konjonktürde asla tek cephe faaliyeti yürütemez. Bunun gerçekleşmesi için Türk milliyetçilerinin, sistematikleşmiş bir fiziki tehdit altında olmaları gerekir. Günümüzde zikredilen şartın oluşmadığı göz önünde bulundurulacak olursa, milliyetçilerin fikri tehdit altında yaşamaya çalıştıklarını kabul ederek teorimize başlamak zorundayız. Türk milliyetçiliği fikir hareketinin kıymetli mensuplarının, 1969 senesine kadar anti-komünizm ve anti-semitizm dışında herhangi bir konuda müttefik kalamadıkları fark edildiğinde, milliyetçilerdeki “çatı” kavram arayışlarının beyhudeliği kendisini hissettirecektir. Bu noktada Soğuk Savaş döneminin ciddi tehditlerinin, anakronik şekilde günümüz Türkiye’sindeki “mülteci” veyahut “Kürtçülük” problemleriyle eş tutulma durumu okuyucunun gözünde “vatan” kavramının savunulması odağında makul bir çatı gerekçe konumuna yükselebilmektedir. Fakat şunu cehren ifade etmemiz de gerekir ki “memleketin bahtı kara maderini” kurtarmak hepimizin görevi olmakla beraber, tartıştığımız husus bunun nasıl yapılacağıdır. Burada, Türk milliyetçiliğinin bir diğer çelişkili problemi tuğyan etmektedir. Millet için mücadele etmek sadece bir başlangıçtır. “Neden Yapılmalı?” şeklinde kendisine soru soran bir milliyetçi için doğru olan ülkesi ve memleketi için “düzene” karşı harekete geçmektir. Bu düzen bozukluğu; üniter yapının çatlaması, düzensiz ve kaçak göçlerle demografik yapının bozulması, asayişsizliğin yükselmesi, sosyal adaletin çürümesi, hukukun yitirilmesi, ekonominin çökmesi ve eğitimin yetersizliği gibi bütün iptidai meselelerin birleşmesinin ve birbirleriyle iltisaklı bulunmalarının sonucudur. Her birinin “memleket meselesi” olarak adlandırılıp safların sıklaştırılması “neden yapılmalı” sorusunun karşılığında ortaya çıkan reaksiyoner bir vatanseverliğin başlangıcıdır. Bu da gayet doğaldır. Lakin üzerinde durmak istediğimiz konu, “Nasıl Yapılmalı” şeklinde zihnimizde beliren ikinci soru cümlesinin cevabında metfundur.

Bu andan itibaren, “vatanseverliğin” tek başına milliyetçi mücadele için yetersiz olduğu tezi kuvvetlenmektedir. Bir sosyalist bir Marksist ve bir İslamcı da “vatanseverdir” veyahut “vatanseverlik” püşidesi altında hareket etmektedir. Milliyetçiliğin retorik kuvveti ve söylem sertliği, milliyetçi gençliği iş bu “çatı” altında keskin bir süngüye çevirmektedir fakat daha ileriye gitmesine asla imkân tanımamaktadır. Ne yazık ki Türk milliyetçisi de fazlasını, kendisine eza görmektedir de konumunu ve fikirlerini bu “vatanseverlik” çatısı altında “kolluk ideolojisi” haline getirmektedir. İşin kötü yanı bundan da hiç gocunmamaktadır çünkü o bir “vatanseverdir” ve akan sular O’nun için durmuştur.

Milliyetçiliğin ilk adımı, bu noktada belirgin hale gelmektedir. Vatanseverlik, milliyetçiliğin ilk koşuludur fakat aynı zamanda milliyetçiyi, yetersizliğe sevk eden bir çocukluk saplantısıdır. Vatanı sevmenin, milleti hedef alan her türlü “saldırganlığı” tard etmenin, milliyetçiliğin öncelikli amacı olduğunu düşünmek, mezkûr görüşte fikir kısırlığına sebep olduğu gibi eylem kabiliyetini de sömüren refleksif bir güdümlemenin de başat stratejisidir. Türkiye’de, canını budaktan sakınmayacak, “müdafaa mecburiyetine” düşülünce ileriye atılmayacak herhangi bir Türk milliyetçisinin olmadığı aşikârdır lakin bugünün Türkiye’sinde, salt milli güvenlik anlayışıyla tahdit edilmiş milliyetçilik için vatanperverlik ancak ezberlenmiş şoven davranışla beslenen ve konfor alanından çıkamayan tekrarcı bir sakinleştirici ve kitleleri hareket kabiliyetinden mahrum bırakan kuvvetli bir araçtır. Milliyetçilik, yapısı gereği milli güvenlik anlayışıyla donanmış aksiyomatik kahramanlık refleksleri göstermekle mükellef bir ideoloji olabilir fakat asıl mesele, ideolojinin başat özelliklerini teşkilatların ve milletin yararına bozulmaz bir doktrine tevdi ettirmektir.

Bu noktada milliyetçilikteki halk çelişkisi bütün gerçekliğiyle kendisini hissettirmektedir. Milliyetçilik, sosyalizm ve İslamcılık gibi “kitle ideolojileri” ham hallerini muhafaza etmek konusunda oldukça zayıf karakterlidirler. Bu noktada İslamcılık, dini ve mezhepsel hüviyetlere sahip olduğundan, insan yaşamındaki tartışmalara ruhani bir boyuttan ve farklı ekollerden yanaşmaktadır ve türdeşlerinden farklı bir yerde konumlanmaktadır. Lakin Milliyetçilik ve sosyalizm, keskin hatlara ve sınırlara sahip olmadıkları ve genellemelere açık “kullanışlı” görüşlere uyarlandıkları gerçekliğinden ötürü, halkların kendi normlarında “ilerici” geliştirmelerden ziyade “sentezleme” usulüyle hareket etmeye zorlanmışlardır. Her ne kadar sosyalizm, pratik ve teorik noktada “işçi diktatörlüğü” veyahut “proleter temsiliyeti” gibi üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden inşa edilen teorileri birçok koşulda muhafaza etmeye gayret göstermiş olsa da yine “sentezlenmiş” halleriyle karşımıza çıkmıştır. Örneğin Blanqui sosyalizmi ile dönemdaşı Fourier’in sosyalizmi arasında farklılıklar olmakla beraber 1871’de Paris Komünü ile pratiğe dökülen Fransız Sosyalizmi ile de Leninizm ve hatta İrlanda’da O’Connolly’nin milliyetçi militan sosyalizmi arasında teorik farklar bulunmaktadır. Elbette bu duruma, sosyalizmin “sanayi işçilerinin davası” olmaktan çıkarak geniş anlamına kavuşması ve Lenin’in de ifade ettiği gibi “Burjuvalar ve Sosyalistler” olarak sadece iki sınıfın mücadelesinin olduğuna inanılması da etki etmiştir. Fakat burada “sosyalizmler” tartışmayacağız. Vakıa insan tarafından öne sürülen kurtuluş reçetelerinin isnat ettiği ideolojilerin, yazının başında da değindiğimiz gibi amiral ideolojiden dallanıp budaklandığı ve yine insan eliyle, dönemin şartları altında “revize” edildiği, farklı şeritlere taşındığı ve nihayetinde ham halinden çıkarak sınırsız bir fikir karmaşasına gark olduğu bilinen bir durumdur.

Milliyetçilik de benzer bir probleme sahiptir. Sosyalizm’den daha farklı olarak milliyetçilik, tek başına bir ideolojik teoriye haiz değildir. İlk olarak “modernleşme” adı altında milletlerin ilerlemesi, devrim sürecinin başlaması, toplumun kalkındırılması amacıyla harekete geçilmesi gibi “itici” kuvvetler misyonunu üstlenmiştir. Daha sonra modern anlamda milliyetçilik, antiemperyalizm mücadelesinde, “ulusların bağımsızlığı” için başlangıç mücadelesini ateşlemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda “sentezlenerek” ırkçı ve irredentist politikaların temel argümanlarını oluşturmuştur. Soğuk Savaş döneminde ise “panzehir” olarak anılmış ve Marksizm’e karşı en kuvvetli batarya konumuna yükselmiştir.

Uzun bir epistemolojik tartışmaya bulanmadan doğuş ve gelişim özelinde milliyetçiliği; ortak bir gaye ve mensubiyet alanında bulunan insanları, savunma mekanizmalarını tetikleyerek, çoğunlukla “devlet” aygıtı altında; “kurucu,” “savunucu” ve “kontrol edici” eğilimler odağında, tehdit altındaki varlıklarını her yönden koruma amacıyla dinamik hareket kabiliyetine eriştiren modernist bir görüş olarak isimlendirebiliriz. Milliyetçilik, her zaman refleksif, proaktif ve reaksiyoner konumdadır.

Bu noktada, yazımızın başında deklare ettiğimiz meseleleri, daha pak bir görüşle ele almaya başlayabiliriz. Atsız ve ekolünün iddia ettiği gibi “sentez ihaneti” diye bir şey hâlihazırda yoktur çünkü bütün milliyetçilik tipleri, “tek başlarına” diyalektik bir sisteme bağlı olmamalarından ötürü, özlerinde çok büyük bir “amaç” ve “kurgu” barındırmazlar. “Vatanı sevmek, milleti yükseltmek” gibi temalar ile beslenen arkaik milliyetçiliğin, ortaya saçtığı organizasyon, yalnızca “kantardaki ağırlık” demektir. Bu tip milliyetçiler, herhangi bir ekonomik modeli ve siyasi modülü, milliyetçiliğin de bunları didaktik yolla sunamamasından dolayı benimseyerek şoven bir ideolojik inşa sürecine giderler ve bu yol, yalpalamaya müsait bir zemindedir.  Türk milliyetçileri, sistematik bir ideoloji inşasından uzak kalmışlardır. Bu sebeple bugün Türk milliyetçiliği, güdümlenerek hareket eden, siyasi partilerin ve devletin kontrolü altında savunmacı stereotipi benimseyen bir aparata dönüşmüştür. Bunun temeli de yukarı satırlarda bahsettiğimiz gibi milliyetçiliğin; elastik bir fikir ve hudutsuz bir siyasi anlayışa sahip olmasıdır. Kullanılabilir, esnetilebilir ve yönlendirilebilir yapıdadır.

Bu noktada merkez ideolojiden “dallanıp budaklanarak” türeyen yeni milliyetçilik ekollerinin ve sentezlerinin varlığı olağan karşılanmalıdır. Kabuğunu kırmaya çalışan ve tek başına hiçbir anlamı olmayan milliyetçilik, farklı kişilerin, partilerin ve ideolojilerin birleşimi ile kuvvetlenerek iktidara ve kitlelere ulaşmaya başlayabilir. Bu durum, “milliyetçiliğin korumakla mükellef olduğu” değerlerden de bağımsızdır. İslam dinini ve mukaddesatını korumakla vazifeli milliyetçilik, İslamcılık veyahut “İslamcı sapma” manasına gelmemektedir. Cumhuriyet’in kazanımlarını ve Laiklik ilkesini savunan milliyetçilik, Kemalizm veyahut “Kemalist sapma” retoriği ile itham edilmemelidir. Büyük bir gölgeye ve sınırsız bir kapsama refleksine sahip olan milliyetçilikte, “millet” ile iştigal olunması için toplumun benimsediği değerlerin de kabulü elzemdir. Yine bu davranışlar, “sentez” olarak anılmamalıdır. Sentez daha çok, ekonomik bir modelin kabulü ile oluşturulan anti-tezin, tezi yutarak egale etmesi sonucu meydana çıkmıştır. Örneğin Macar Oklu Haç Hareketi, milliyetçilik açısından düşündürücü fakat önemli bir ayrıntıdır. Naziler tarafından dejenere edilmeden önce zikredilen yapı, işçi faaliyetlerine dayanan ve sosyalizmin ekonomi modelini benimsemiş milliyetçi bir oluşumdu. Elbette bu durumda milliyetçiliğin, yozlaştırılmaya açık bir görüş olduğu savı karşımıza dikilmektedir. Yani milliyetçiliğin, milliyetçiler tarafından bölünmesi bir kenara, milliyetçiliğe sığınanlar tarafından da bölündüğü gerçeğine tekrar geri dönmeye başlıyoruz. Bu da bizi milliyetçiliğin, tek başına yetersiz bir görüş olduğu sonucuna ulaştırıyor.

Bu noktada amacımız, milliyetçiliği sentezlemek değildir. Türkiye’de vasat teorisyenlerin sürekli iddia ettikleri gibi “sentez ihaneti” de aslında bir sentez değil, milliyetçiliğin reaksiyoner dinamiğinin güncel koşullar etrafında sürekli “iktidar odaklı” ve “proaktif merkezli” değişimiyle alakalıdır. Örneğin Türk-İslam Ülküsü, bir sentez değil tam tersine kitlesel bir mukavemet dönüşümüdür. Türkçülük, 1940-60 arası anti-Kemalizm ışığında nasıl gelişim göstermişse 1978’den 1980’e kadar da anti-Komünizm, din odaklı bir milliyetçiliğin parıldamasına sebep olmuştur. Hâlihazırda buradaki asıl problem, Türk-İslam fikriyatının “öncü ideolojisinin” milliyetçilik değil, İslamcılık olmasıyla alakalıdır. Türkçülük, doğuşundan itibaren, iddia edildiği gibi asla “sentez dışı” ve “su katılmamış” bir görüş olmamıştır. Aksine milliyetçiliğin doğası gereği mensupları, var olan “düzenin” çarklarına değil, “karşı devrimciler” gibi mevcut fikirlere itiraz noktasında bir anlatı geliştirmişlerdir. Özellikle Türkiye’nin 1950-65 arası döneminde milliyetçiler, bu rotada ilerlemişlerdir.

Türk milliyetçiliğinde asıl meselenin, esasında “sentez” olmadığını dile getirmiştik. Gerçek şu ki Türk milliyetçiliğindeki mevcut problem, “ortak çatı” veyahut “gaye” adı altında, birçok değerin “metalaştırılarak” mücadelenin sınırlandırılmasıdır. Zikredilen metalaşma ise bahsettiğimiz üzere reaksiyoner şekilde değerlendirilen “korunmasıyla mükellef” değerlerin bir süre sonra Türk milliyetçiliğinde “ideolojik sapma” yaratmasıdır. Daha çok sisteme ve düzene değil, siyasi partilerin davranış kodlarına karşı girişilen mücadelede benimsenen aksiyomatik “çatılar” sonucunda, ideolojik işbirliğine varan kavramsal yönelimler, sentez olsun ya da olmasın, Türk milliyetçiliğini yutma eğilimi göstermişlerdir. Bahsettiğimiz gibi birleşik fikirlerde ve yöntemlerde “öncü ideoloji” kavramı çok değerli ve önemlidir. Lakin mevcut konjonktürde, muhalif kanatta olsun, olmasın Türk milliyetçileri, başka mücadele yöntemlerini ve özünde başka ideolojilerin yapı taşlarını, “milletin selameti” adı altında benimsedikçe, Türk milliyetçiliği, öncü misyonunu kaybetmiş ve “sentezlendiği” diğer ideolojiler liderliği ele almışlardır. Örneğin Cumhuriyet’in değerlerini korumak, laik ve seküler düzeni yani Atatürk Türkiye’sini erk kanadının baskıları sonucunda metalaştırarak Mustafa Kemal Paşa kültüne sıkıca sarılmak, milliyetçilikte “Kemalist sapma” yaratmış ve bir süre sonra Türk milliyetçileri ulusalcı eğilimler göstererek zikredilen ideolojinin öncülüğünde hareket etmeye başlamışlardır. Tam tersi örneği ise İslamcılıktır. “Ahlak, mukaddesat ve din” ögelerinin baskın olduğu anlayışlarda milliyetçiler, muhafazakâr yönelimlerin şiddetini kontrol edememişler ve öncü ideoloji milliyetçilik değil, İslamcılık olmuştur.

Türk milliyetçiliğindeki sorun, görüldüğü üzere “sentez” anlayışı değil, milliyetçiliğin sistemden uzak fikri yapısının, elastik hüviyetiyle birleşerek diğer ideolojilerin hegemonyasına girmesi problemidir. Vakıa örnek verdiğimiz “gruplar” milliyetçiliğin de özünün bu olduğu yanılgısı içerisindelerdir. Atatürk üzerinden milliyetçilik inşasına hız veren Türkçüler, Milli Mücadele’ye atıf yaparak ülkenin kurucu ideolojisinin zaten milliyetçilik olduğunu, Mustafa Kemal Paşa’nın da Türkçü görüşte bulunduğunu iddia etmektelerdir. İslamcılar ise Türklük ve İslam’ın ayrılmaz bütün olduğu kanaatiyle hareket ederek, birbirlerinin dinamiklerine yerleşmiş bu iki olgunun “etle tırnak” gibi birleştiğini düşünmektelerdir. Bu yaklaşımlar, tamamen yanlış olmamakla beraber, tartıştığımız konu, Türk milliyetçilerinin “zannettikleri” gibi birbirini tamamlayan ögelerin birleşimiyle meydana çıkmış iş bu “milliyetçilik” türlerinde baskın oldukları değil artık öncülük vazifesini kaybettikleridir. Genellikle Türk milliyetçileri, ezberci bir yaklaşımda bulunarak milliyetçiliğin kapsayıcı ve yutucu bir görüş olduğunda müttefik kalmışlardır. Hatta birçok siyaset bilimci, politik noktada milliyetçiliğin kullanıma açık olmasından dolayı onu, ülkeler ve halk üzerinde tercih edilen bir model ve yükselen “trend” şeklinde algılama gafletine düşmüşlerdir. Bu, kolaycı düşünürlerin konformist yoludur. Milliyetçilik, tek başına hâkim görüş değil, aparattır onlar için.

Hâkim görüş olarak milliyetçiliğin kabulü, artık pörsümüş kavgaların ışığında parlayan teşkilatların diğer ideolojilerin histerik kavramlarını terk etmesiyle mümkündür. Türk milliyetçileri; Kemalizm, İslamcılık, Sosyalizm veyahut herhangi bir ideolojinin “sentezleriyle” ya da sosyal yaşamdaki izdüşümlerinin mutlakıyetine sığınarak o ideolojilerin, milliyetçilikle olan “müşterek değerleriyle” savunma odaklı bir Türk milliyetçiliği geliştirmemelilerdir. Bu durum artık, Türk milliyetçiliğinde “sapma” olmaktan çıkmış, bahsedilen tarzda hareket eden milliyetçiler, zikredilen ideolojiler tarafından “yutulmuşlardır.” “Ortak değerler” bahanesiyle ideolojilerle mümtezic hareket eden Türk milliyetçileri, “öncü ideoloji” konumlarını yitirmişler ve bundan dolayı temsiliyet haklarını da kaybetmişlerdir.

Bu noktada Türk milliyetçiliğindeki temsiliyet problemiyle karşı karşıyayız. Bugün artık kendi sloganlarına, söylemlerine, teorilerine, fikirlerine, doktrinlerine ve sistemine sahip olmayan ve diğer ideolojilerin “hükümdarlığında” eriyen Türk milliyetçileri, “öncü ideolojilerin” de temsiliyet kavgalarıyla boğuşmaktalardır. Monolitik yapısını ne yazık ki kaybetmiş olan milliyetçilik, öncülerin ideolojik sapmalarıyla da eş zamanlı kavga içerisindedir. Bu durum, hangi siyasi partinin veyahut derneğin “lider” olacağı kavgası değil, doğrudan Türk milliyetçiliğinde hangi “sapmanın” doktriner tahakkümü ele geçireceği kavgasıdır. Fakat eleştirdiğimiz konunun özelinde Türk milliyetçiliği, sonunda parçalanarak yutulacağı için son raddede bu kavganın da bir önemi kalmayacaktır.

Temsiliyet hakkı, tek başına Türk milliyetçiliğinin kalıbına müsait değildir. Türk milliyetçileri öncelikle şu keskin gerçeği anlamakta gecikmemelilerdir. Diğer ideolojilerle iltisaklı “ortak değer” ne olursa olsun, milliyetçiler müşterek düşüncelerde karşı tarafa yenilmeye mahkûm olurlar. “Cumhuriyet’in değerlerini” savunmak ve iktidara karşı müttefik hareketlere katılmak, büyük kurtarıcıyı politik figür olarak kabul etmek ve laik-seküler düzeni benimsemek gibi sadece milliyetçiliğin savaş cepheleri olması gereken “araçlar” milliyetçiliğin “amacı” olarak kabul gördüğü takdirde baskın düşünce Kemalizm, Türk milliyetçilerini dönüştürecektir. Aynı şekilde “milletin dini” İslam’ın ve mukaddesatının korunması, toplum ahlakı ve dini öğretiler ışığında icra edilen geleneksel milliyetçilik de İslamcıların tahakkümüne geçecektir. Bunlardan çok daha vahimi, milliyetçiliğin hiçbir iktisadi model yaratmamasından dolayı Türkçüler nezdinde başlayan ekonomik model arayışları, bir süre sonra Sosyalist, Kemalist, Maoist, Marksist ve çok affedersiniz liberal-kapitalist görüşlerin dizginleri altında raydan çıkmış milliyetçilik “sentezlerini” doğuracaktır. Elbette zikredilen durum, politik duruşları da etkileyecek, milliyetçiliğin baş düşmanı Küreselcilik furyası yayılacaktır.

Görüldüğü üzere Türk milliyetçileri, milliyetçiliği genel geçer tanımlamalarla değerlendirmemeliler, proaktif reflekslerle “korunmaya değer” tümdengelimi yapmamalılar ve “vatanperverlik” çatısı altında, karşıt ideolojilerle müşterek davalara katılmamalılardır. Vakıa Türk milliyetçilerinin, her konuda kendi fikirleri ve çözümleri mevcuttur. Asıl önemlisi “öncü kadroların” Türk milliyetçisi kimselerden oluşması ve bu düzlemde “öncü ideolojinin” de Türk milliyetçiliği olmasıdır. Hâlihazırda çatı, Türk milliyetçiliğinin kendisidir.

Milliyetçi-Toplumcular, bu noktada “düzen kavgası” içerisinde milliyetçilerin birleştirilmesini değil, dönüştürülmesini savunurlar. Bu süreç, sonraki yazıların konusu olacaktır.

Savaşımız Vurguncu Düzenedir!

 

 

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz